4 Şubat 2016 Perşembe

Rüyalarda buluşuruz

Kronolojik sıra ile yazmak ve oyun atlamamak gibi bir prensibe sadık kalma kararı almış olmam sebebiyle bu kadar zaman hakkında yazmadan beklemek bana bile zor geldi.

Sadece benim fikrim değil, belirgin bir biçimde birçok tiyatro seyircisi için bu senenin en iyisine geldi sıra. Yine bir Sheakspeare oyunu olan “En Kısa Gecenin Rüyası”na...

Öncelikle bilet alış hikayemden kısaca bahsetmeliyim. Çünkü bu oyuna bilet bulmak bu senenin zorlu uğraşlarından biri haline geldi.

Uzun zamandır ilk kez bir tiyatro oyununun kapalı gişe oynadığını görüyorum. Ve bu da beni inanılmaz mutlu ediyor.Sanırım bundan önceki son kapalı gişe oynandığını gördüğüm oyun İzmit Büyükşehir Belediyesindeki Hamlet idi.Bizim okulun kızları henüz üniversiteden yeni mezun olmuş Tardu Flordun, Serhat Tutumluer ve Barış Falay’ın oynadığı oyunu efsane haline getirip defalarca kez gitmişlerdi izlemeye.Aslında moda olan şeylere uzak durma huyumla tanınmış olan ben bile bir süre inat etsem bile sonunda bu akıntıya kapılanlar arasında yerimi almıştım.

Hey gidi günler...


Oyun ile ilgili yorumlarıma sahne tasarımından başlamalıyım. Moda sahnesindeki diğer oyunlardan farklı olarak bu oyunda sahne Büyük Salonun ortasına konumlandırılmış. Oyun seyircilerin karşıdan baktığı, yerden yüksek bir sahne yerine; seyircilerin ortasında kalan ve onlar ile aynı seviyede olan bir sahnede oynanıyor. Sanki ortaya bir meydan kurulmuş gibi, her iki tarafına ise tribün misali seyirci yerleri yerleştirilmiş. Mekanda bulunan beş ayrı kapı ile seyircilerin arasındaki basamaklar da aktif bir biçimde kullanılıyor. Tüm bunlar ile sahnenin alanı dagenişlemiş ve bu alanın içine seyirciler de dahil edilmiş. Bu yönüyle sahne tasarımı oyun süresince ortak bir biçimde bir rüyaya dahil olma fikrine de çok uygun bir zemin hazırlıyor.

Moda Sahnesinin diğer oyunlarından farklı olan bir başka nokta ise oyunun geniş kadrosu elbette. Diğer oyunlarda oyuncu sayısı konusunda daha minimalist tercihlerine alıştığımız mekan, bu defa 14 kişiye ulaşan bir kadro ile karşımızda. Kuruluşundan bu yana hiç aynı oyunda görme şansı bulamadığımız Onur Ünsal ile Mert Fırat'ı da 3. yıl şerefine ilk kez bir arada izleme fırsatını yakalamış olmamız da bu oyunu farklılaştıran bir diğer özelliği elbette. Onlara sahnenin diğer oyunlarında da izlediğimiz Timur Acar, Didem Balçın, Melis Birkan, Murat Tüzün, Volkan Yosunlu, Ezgi Coşkun, Çağlar Yalçınkaya, Mert Şişmanlar, Hasan Demirtaş ve Alper Baytekin eşlik ediyorlar. Hermia rolündeki Beyza Şekerci ile, Nick Bottom rolündeki Caner Erdem'i ise bu oyunda ilk kez izledim, sanıyorum Moda Sahnesindeki ilk oyunlarıydı.

Gelelim En Kısa Gecenin Rüyası ile ilgili asıl söylemek istediklerime....

Bu oyun benim gibi dünyadan umudunu kesmek için önüne serilen onca nedene karşın hala güzel bir dünya için hayal etmekten vazgeçmeyenler için tutunacak bir dal gibiydi. Bu açıdan öyle doğru bir zamanda girdi ki hayatımıza. Tüm hayal kurmaktan vazgeçmeyenler için ortak bir rüyaya açılan kapı gibi. Sanki hepimiz Matrix'te aynı renkli hapı yutmuşuz gibi bir meydanın ortasında ve hatta bir ormanın içinde hayale daldık.

Moda Sahnesi'nin bu oyunda bizi bir ormanın içinde rüyaya daldırmasının sebebi belki sadece metnin böyle olmasından ibarettir. Bilemiyorum... Fakat bana Gezi Parkı döneminde bir parkın içindeki ağaçlar için daldığımız o naif rüyayı hatırlattı. Hatta sahne tasarımında üst kısma asılan o çamaşırlar da benim için Taksim'in kenar sokaklarının havasını tamamladı belki de istemsizce :) Düşündüm de izlerken bir yandan, tarih nasıl da tekerrürden ibaretti. Öylesine ki, Sheakspeare'ın asırlar evvel yazdığı o rüya bile bir ormanda geçiyordu. Ve yine düşündüm de aslında asırlar, mekanlar, statüler de girse araya öyle çok ortak yanımız vardı ki.. Bizi bizden ayıran şeylere odaklanmıyor olsak, rüyalar ve oyunlara odaklanmayı bilebilsek ne kadar aynıydık aslında.

Ortak rüyamızın görünür merkezinde aşk vardı ve tabi ki kadınlar ve erkekler arasındaki o bitmek bilmeyen hak mücadelesi. Daha oyunun en başında silah zoru ile elde edilmiş bir amazon kraliçesinin düğün hazırlıklarında bulduk kendimizi. Ardından ise babasının zoru ile Demetrius ile evlendirilmeye zorlanan Hermia'yı izledik. Ve hatta kendisini Demetrius'un aşkı ile tanımlayan, ve onun tarafından aşağılanmakta olan saf aşık Helena'yı izledik. Evlilik, düğün, bekaret gibi tüm konularda söz hakkı ister kral, ister aşık, ister baba olsun hep erkekteydi. Sheakspeare'ın kadın karakterleri konu aşk olduğu zaman söz haklarının peşinden koşma yolunu seçmekle birlikte, diğer konularda istemsizce de olsa hep boyun eğen taraftaydılar. Ne yazık ki kadınla erkek arasında süregelen o aşk oyunlarının dışında kadın sadece bir gölgeydi ve kendi fikirleri ile var olmanın yolunu bir türlü bulamıyordu.

Rüyamızın belki daha az görünen merkezinde ise statükoya duyulan öfke vardı aslında benim gördüğüm. Sınıflar arasındaki fark oyuncu olan esnaf takımı ile asiller grubu arasındaki konuşmalar ile resmedilmeye çalışılmıştı. Esnaf takımı içinde giyinişi, konuşma şekli ve belki de daha belirgin olsun diye şiveleri bile farklı olan kişilerden oluşuyordu. Oyun içinde hiçbir noktada bu insanların farklılıkları sebebiyle bir çatışmaya girdiklerini, birbirlerini hor gördüklerini yada yok saydıklarını görmedik. Tek dertleri oynamaktı. Fakat işin içine hükmetme erki ellerinde olan asiller girdiğinde durum değişiyordu. Onların fikirleri, beğenileri herşeyin üzerine çıkıyordu. Oyunun bile... Statükoyu elinde bulunduran erkekler beğenilerini en aşağılayıcı ve acıtıcı şekilde ortaya koyma hakkına sahiptiler. Buna karşılarındaki insanların naifliği, herşeye rağmen sürdürdükleri saygılı tavırlar ve yanlarındaki kadınların duyduğu rahatsızlık dahi engel olamıyordu.

Oyunun en çok sevdiğim tarafı ise bir Giritli kızı olarak Bergama halk dansı oldu tabi ki. Her izleyişimde grubun içine dalıp benim de oynayasım geliyor, kendimi zorlukla geri tutuyorum bu arzumu yerine getirmekten. Bergama, ki siyanür patronu şirketlere karşı kafa tutan halkı ile bence özgürlük timsali bir halka sahiptir, bence bu oyuna o yörenin dansı ile son vermek Moda Sahnesine de inanılmaz yakışmıştır :)

Oyunculuklar ile ilgili olarak hiç birini eleştirme hakkını görmüyorum kendimde. Bence oyuncuların hepsinin yerli yerinde oynadıkları ve kurdukları sinerji ile oyunun gücüne güç kattıkları bir oyundu bu. Yalnız Melis Birkan'ın Helena'sına kendimi çok yakın hissettiğimi ve onda kendimi bulduğumu belirtmeden edemeyeceğim. Sanırım bu durumda mutlu olmak için etrafımda dolaşıp büyüler yapan bir Puck'a ihtiyacım olacak hayatta. Puck demişken, Volkan Yosunlu'nun enerjisinden ve seyirci ile kurduğu iletişimden de dem vurmadan edemem. Bence oyunun katalizörü, seyircileri rüyanın içine yaptığı interaktif diyalog ile dahil eden kişiydi kendisi.

Onur Ünsal ve Mert Fırat'ın oyun içindeki enerjileri o kadar uyumluydu ki, ikisini başka oyunlarda da birlikte izleriz dilerim. Beyza Şekerci Hermia rolünde aşkı tehdit altında olduğunda bir kadının nasıl kontrolünü kaybedeceğini çok güzel gösterdi bizlere. Timur Acar ve Didem Balçın oynadıkları her iki rolde kadın-erkek mücadelesini resmediyor gibiydiler. Ezgi Coşkun, o çılgın enerjisi, dansları ve tatlı sesi ile oyunun Volkan'dan sonra diğer katalizörü sayılabilirdi. Caner Erdem Nick Bottom rolünde inanılmaz sempatikti. Murat Tüzün hem Egeus, hem de Peter Quince karakterlerinin duruşlarına asalet katmıştı. Çağlar Yalçınkaya'da aynı asaleti gördüm, oyuna birkaç cümle ile dahil olan Alper Baytekin'de de, ayağında topuklu ayakkabı ile Bergama dansı yapan Mert Şişmanlar'da da, duvar rolündeki Hasan Demirtaş'ta da. Sanırım ben esnaf sınıfını asilzadelerden daha asil buldum. Gerçek hayattaki gibi :)

Oyunculardan, hikayeden ve sahne tasarımından uzun uzadıya söz ettim. Ama izleyip de pek bir sevdiğim birçok oyunun yönetmeni ile ilgili birkaç cümle de yazmadan bitirmek istemem bu yazıyı. Kemal Aydoğan'ın iki Shakespeare uyarlamasını daha izleme şansı buldum geçmişte; Macbeth ve Hamlet. Bu açıdan baktığımızda gerçekten çok şanslı görüyorum kendimi. Kendisinin mevcut olanı kutsal ve dokunulmaz saymayan yaklaşımından güç alan o daha yenilikçi/modern bakış açısı benim gibi tiyatro izleyicilerine nefes aldırıyor. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olan hikayeleri ve bu hikayelerde anlatılan dertleri de daha bizden hale getiriyor bu bakış açısı. İşte En Kısa Gecenin rüyasında da bu bakış açısı zaten izleyicilere yaklaşık 2,5 saat süren ortak bir rüya gördürerek, nefes aldıran.

İşte budur benim şimdiye kadar iki sefer gördüğüm rüyadan geriye kalanlar. Daha defalarca kez de göresim var, o yüzden bu yazımı grubun da sitesinde kullandığı bir mesaj ile kapatmak istiyorum,

Rüyalarda buluşuruz efendim :)

Sevgilerimle






















2 Ocak 2016 Cumartesi

An-Blink ve Tatbikat Sahnesi Üzerine


Tiyatro oyunlarını izleme sırama uygun olarak yazıyorum ve sıra geldi Avrupa yakasında bir Cuma günü izlediğim An-Blink oyununa. Erdal Beşikçioğlu bu yıl Ankara'dan sonra İstanbul'da da bir Tatbikat Sahnesi kurup, kapılarını açmış benim gibi beklemede olan seyircilerine. Öyle de güzel bir yere açmış ki sahneyi, Kanyon'a on dakika yürüme mesafesinde. Tabi ki benim işyerime de :) Kanyon'da bu yıl faaliyete geçen Dot Tiyatro'dan sonra Tatbikat Sahnesi de benim gibi tiyatro ve konser izleyerek nefes alan beyaz yakalılar için ilaç gibi olacak, buna inanıyorum.

Oyun, genç bir İngiliz yazar olan Phil Porter'a ait ve modern insanın kaygıları üzerine kurulmuş hikayesi. Belki de bu yüzden sadece bir saat gibi kısa bir süre içinde insanı derinden sarsma potansiyeline sahip. Rutin hayatları içinde sıkışıp kalmış, görünür olmakla ilgili dertleri olan iki insanın sanal aşk hikayesi izlediğimiz. Kadın karakter, önce babasını, ardından da "görünmediği" için daha "vazgeçilebilir" olduğuna kanaat getirildiğinden işini kaybediyor. Erkek karakter ise tamamen dış dünyadan kopuk bir çiftlik hayatından şehir hayatının ortasına düşmüş.

Hikaye ilerledikçe bu iki insan internet üzerinden birbirlerinin hayatlarına dahil oluyor ve bir çeşit sanal aşkın kucağına kendilerini bırakıyorlar. Sanal ortamda da olsa bu ilişki iki tarafa da heyecan, adrenalin ve görünür olma hissi veriyor. Bunu karakterlerin hareketleri ile dışarıya yansıtmaya başladıkları özgüvenle görebiliyoruz. Fakat sadece sanal olarak başlayan bu gözetleme, takip süreci bir noktadan sonra gerçek hayata taşınıyor. Ve sanalda ateşlenen aşk, gerçek hayata geçildiğinde bireysel özgürlüğü kısıtlayan saplantılı bir havaya bürünmeye başlıyor. Böylece büyüsü bozuluyor.

Samimi olmak gerekirse ben oyunda kendimden ve çevremden çok fazla yansıma buldum. Görünür olma, beğenilme, hatırlanma, önemsenme, tasvip edilme kaygıları sosyal medyanın cebimize kadar girmesi ile her anımızı kaplar oldu. Yine iletişim araçlarının bu kadar gelişmesi ile birbirimizin hayatlarına müdahale eder, alanlarını kısıtlar olduk. Bu taraftan bakıldığında onbeş yıl öncesine göre daha görünür, daha beğenilir ancak kendine de, etrafındakilere de daha az güvenen ve sonuçta daha mutsuz ve yalnız insanlar olup çıktık. Sanal ve gerçek birçok yerde birbirine karışmakta; samimi ile yapay da öyle. İşte oyundan çıktığımda tüm bu konularla ilgili birçok düşünce kafamda dönüp duruyordu. Oyunun bana bir saatte ciddi bir farkındalık kattığını belirtmeliyim.

Oyunculuklara gelince, hem Sezin Akbaşoğulları, hem de Ahmet Rıfat Şungar'ı onları bugüne kadar izlediğimiz cazibeli karakterlerin çok dışında kalan karakterlerle seyircinin karşısına çıkmışlardı. Bu sebeple oyunculukları bende tam bir şok etkisi yarattı. Her ikisini de fiziksel güzelliklerinden güç almadan sadece yeteneklerini kullanarak var oldukları bir oyunda izlemek gerçekten büyük bir zevkti.

Uzun lafın kısası, bence bu sene gidilmesi gereken bir oyun. Erdal Beşikçioğlu'nun yönetmenliğinde iki usta oyuncu ile modern hayata dair birşeyler izlemek isterseniz bence listenize almanızda fayda var.

Sevgiler, 

Bira Fabrikası : Komedinin En Kara Hali


Sanırım şu ana kadar yazdığım oyunlar arasında ne yazmalı, nasıl yazmalı diye en fazla zorlandığım oyun Bira Fabrikası. Ekip olarak Hayat TV'nin Arka Bahçe programına katıldıklarında şöyle bir cümle kurmuştum oyunla ilgili olarak : "Savaş, şiddet, iktidar, ihtiras, menfaat ilişkileri... Hepsi var, daha ne olsun". Şu anda da oyunu bundan daha iyi özetleyebileceğim bir cümle çıkmadı cebimden açıkçası. Niye mi? Çünkü normal bir oyun değil bu. Bir kere oyuna gittiğinizde seyirci olarak koltuğunuzda dört döneceğinizi belirtmeliyim. Sınırlarınızı zorlayacak, tabularınızla dalga geçecek, zaman zaman rahatsız olacaksınız, zaman zaman içiniz gıcıklanacak ve tüm bunlar olurken kendiniz de nedenini anlamadığınız bir biçimde fena halde güleceksiniz. Arada güldüğünüz için kendinize de gıcık olabilirsiniz hatta, o da imkan dahilinde :)

Oyunu fena sayılmayacak bir Moda Sahnesi takipçisi olarak geçtiğimiz bahar ayında duymuştum. Fakat bana ne kadar hitap edebileceği ile ilgili şüphelerim vardı. Bir kere baştan sonra üstü başı kan olan oyuncular oynuyordu, ki ben kan görmeye bile dayanamam. Ayrıca her ne kadar özgür kız görüntüsü versem de biraz geleneksel bir yapım var. Bu sebeple bana sert gelir mi diye düşündüğümden kendime yakın bulmamıştım. Ancak oyunu görüşlerine çok değer verdiğim biri tavsiye edince kendimi bilet alırken buluverdim. İyi ki de görüşlerine güvenmişim kendisinin.

Bir kere oyunun dili, akışı olağanın çok dışına çıkıyor. Bunu Fildişi Sahili gibi eski bir sömürgede doğup büyümüş olan Afrikalı yazarı Koffi Kwahulé'nin farklı tarzı kadar, böyle bir metni bulup, azmederek Türkçe'ye çeviren Ezgi Coşkun'a da borçluyuz sanıyorum. Daha önce Roberto Zucco ile ilgili yazımda da bahsetmiştim kendisinden, ama oyunculuğundan dem vurarak. Ancak sonrasında Bira Fabrikasına gitmeden önce yaptığım küçük araştırmada gördüm ki, kendisi sadece bir oyuncu olmaktan çok daha fazlası. Önümüzdeki yıllar bu düşüncemi destekleyen çok işler yapmasına olanak sunacak inanıyorum ki.

Hikaye ve karakterler aynı anda hem sıradan, hem de bir o kadar sıra dışı. Biraz karmaşık oldu biliyorum dediğim, şöyle açıklayayım. Düşünün sömürge bir 3. dünya ülkesindesiniz. Bu yer muhtemelen Afrika'da yada Orta Doğu'da. Yani yüksek medeniyet diye tabir ettiğimiz Batı ülkelerinden uzakta. Ama oyun ilerlediğinde görüyoruz ki, hiç de öyle uzak değilmiş, sanki Paris ile komşuymuş. Günümüz dünyasında Ankara, Paris, Kobane, İstanbul ne kadar uzak, ama ne kadar da yakın ve bağlı ise birbirine, onun gibi işte.

Karakterler isimleriyle kendileri ve gerçek hayatta üstlendikleri roller hakkında bilgi veriyorlar. Her ne kadar bir çizgi roman karakteri gibi çizilmiş olsalar da en başta, aslında ince düşündüğümüzde hayatımızın tam ortasında var olan kişileri resmediyorlar.

"Yüzbaşı Ölümü Sallamaz" tam bir şiddet, şehvet ve iktidar düşkünü. Aslında düzenin içinde kendi yolunu başkalarına hükmetmekte bulmuş bir güç, para ve zevk aşığından başkası değil. "Onbaşı Asalak" aklı biraz kıt olmakla birlikte ileride bir "Yüzbaşı Ölümü Sallamaz" olmaya özenen, kendini şiddete iten düzenin içinde bir şiddet bağımlısı olmuş çark dişlisi sadece. Onları izlerken feodal sistemin hüküm sürdüğü yerlerdeki ağa ve marabaların ilişkileri, yazılı olmayan kuralları ve kan davaları geldi gözümün önüne. Bu da oyunu benim adıma daha geniş bir çerçevede anlamlı kıldı.

İşçi Scwanchen da tanıyıp, bilmediğine kafa tutan, ancak konu işçi-patron ilişkisine geldiğinde ürettiğinin farkında bile olmayan geleneksel bir işçi karakteriydi bence. Bu farkındalık eksikliği o kadar ileri bir boyuttaydı ki Scwanchen'da, ilişkiye girip hamile bıraktığı patronu Beyaz Büyü'nün sözlerine körü körüne bağlıydı ve doğacak çocuk üzerinde hiçbir hakkı olmadığına inandırılmıştı. Üreten olup üretilen üzerinde hak iddia etmemek, kapitalist sistem içindeki  bizler için ne kadar tanıdık bir durum değil mi? Belki de bu yüzden absürt  bir biçimde resmedilmiş olmasına karşın o karakterde kendimden birşeyler bulduğumu kabul etmeliyim.

Beyaz Büyü karakteri ise kadın olmasına rağmen ezilen değil ezen taraf olması sebebiyle bence oyunun ezber bozanı idi. Kadın bir patron, işçisini seks kölesi gibi kullanıp hamile kalmış. Ama doğacak bebeğin tamamen kendisine ait olduğuna inanıyor ve partnerini de buna inandırmış, aynı zamanda karnı burnunda olmasına rağmen de sansasyonel bir revü kızı. Oyunun başından itibaren özellikle "Onbaşı Asalak"ın kendisine rızası dahilinde veya dışında sahip olma çabaları bir türlü sonuca ulaşmadı mesela. Kadın, hiç de romantik olmayan sebeplerle de olsa, kendi seçtiği adamla ilişki yaşıyordu  ve gariptir ki karşısındaki adama resmen hükmediyordu. Bunlar gerçek hayatta kadın olarak yaşadığımız şeyleri hiç de yansıtmıyor baktığımızda. Zaten bu sebeple de Beyaz Büyü karakterini ve başından geçenleri biraz da karmaşık ve anlaşılmaz buldum. Misal Beyaz Büyü'nün sevişme sahnelerindeki sayıklamalarının nedenini anlayamadım. Babası ile yaşadığı ensest bir ilişki hatta yaşadığı bir tecavüz söz konusu gibi geldi, ama açık da değildi bu. Aklımda Beyaz Büyü'ye dair soru işaretleri ile çıktım oyundan.

Oyunculuklara gelince... Necip Memili için kullanacak kelime bulamıyorum. Oynamıyor, adeta yaşıyor sahnede. Televizyonda "Hanım'ın Çiftliği"nde ilk kez silik Ramazan karakteri ile izleyip takibe almıştım. Sonrasında bence gelmiş geçmiş en kötü uyarlamalardan biri olan "Dila Hanım"ı izleme sebebiydi. Kötü adamı da oynasa, iyi adamı da oynasa izlettiriyor kendisini. Hatta kötü adamı oynadığında neden nefret etmiyorum ki ben bu adamdan diye kendi kendinizle ters düşeceğiniz garip bir şeytan tüyü var kendisinin. Oyunda büyüyor, büyüyor, büyüyor. Hamlet sebebiyle Onur Ünsal hayranlığı had safhada olan bir izleyici olarak bu oyunda Onur'u sadece Necip yönetiminde kontrolü de ona bırakmış uyumlu bir dans partneri olarak betimleyebilirim. Gürsu Gür'u ilk defa izledim, ve onun da doğal, sırıtmayan oyunculuğunu oldukça beğendim. Melis Birkan ise karakterinin adındaki gibi büyülüyordu güzelliği ve enerjisi ile. Yalnız fazla şarkı söylemese iyi olur, kulaklarımı nasıl tıkasam bilemedim şarkı söylerken :)

Sonuç olarak kendinizi zorlayabileceğinize, sınırlarınızı yıkabileceğinize inanıyorsanız gidin bu oyuna. Ancak ne oyundan net bir anafikir ile çıkmayı, ne de net bir biçimde herşeyi anlamayı beklemeyin. Çünkü bence kimisi açık, kimisi kapalı çok fazla göndermesi olan bir metin ve oyundu. İktidar mefhumu ile zorunuz varsa hoşunuza gidecektir eminim ki, ama görselde olmasa da +18 kısımlarının da az olmadığını belirtmeliyim. Mutaassıp bir yapınız varsa bunu göz önüne alarak gidin ki sonrasında oyun sonunda bana saydırmayın :)

Bana gelince, bu sezon bitene kadar en azından bir defa daha gidilecek notu ile listeme alınmıştır efendim.

Sevgiler,

1 Ocak 2016 Cuma

Hansel ve Gratel'in Öteki Hikayesi Üzerine



Bu sezon gittiğim oyunlarla ilgili yazmaya kaldığım yerden devam diyorum. Açıkçası iş yoğunluğu sağolsun, ciddi bir ara vermek zorunda kaldım yazmaya. Gittiğim etkinliklerin sayısını da biraz azalttım Aralık ayında. Artık 2016'nın girişiyle birlikte gelsin yeni oyunlar, konserler ve filmler diyorum. Ne yalan söyleyeyim ancak sahne perde dediği zaman yaşadığımı hissediyorum. O sahnede oynamıyor, sadece izliyor olsam bile :)

Hansel ve Gratel'in Öteki Hikayesi Oyun Atölyesi'nin bu yıl gittiğim ikinci oyunuydu. Geçen sezonda başlamış olmasına karşın bir türlü gidemediğimi ve bu nedenle de bu yıl Oyun Atölyesi takvimini açıkladığı zaman hemen biletimi aldığımı belirtmeliyim. Fakat Ekim ayında grip olunca biletleri açığa alıp Kasım ortasına kadar seyri ertelemek zorunda kaldım.

Bu ertelemenin güzel tarafı Hamlet'te olduğu gibi Hansel ve Gratel'in Öteki Hikayesi'ni de en ön sıradan izlemem oldu sanırım. Bir kere sahneyi detaylı bir biçimde inceleme şansı buldum, ki hilafsız belirtmeliyim sahne tasarımı çok iyiydi. Barış Dinçel'in ellerine sağlık, gerçekten harikalar yaratmış. Asıl adı "In a Forest, Dark and Deep" olan oyun bir ormanın ortasındaki bir evde geçiyor. Hikayenin geçtiği dağ evindeki ahşap kokusundan, iki kardeşin toparlamaya çalıştığı kitaplardaki tozlara kadar ortam inanılmaz derecede gerçekçiydi. Öyle ki gök gürültüsü ve şimşekten korkan bendeniz bazı sahnelerde dekordaki pencereden gelen ışığın etkisi ile belirgin bir biçimde zıpladım yerimden.

Hikaye, modern hayattaki çarpık aile ilişkileri, duruma göre sarıldığımız ve işimize gelince bir anda esnetebildiğimiz ahlaki ve dini prensipler üzerine kurulmuş, günümüz dünyasından hayli gerçek bir hikaye idi. Mesela Ayça Bingöl'ün oynadığı üniversitede dekan olmuş, aynı zamanda evli ve çocuğu olan Betty karakteri. Dışarıdan baktığımızda mükemmel gibi gördüğümüz, ancak içi boşalmış bir birliktelik, çocuklar için sürdürülen bir evlilik ve bu duygusuz rutinden sıyrılmak için kendisini kucağına bıraktığı genç bir öğrencisi ile yaşadığı yasak ilişki. Ya da hayatı dışarıdan çok düzgün görünmeyen, hatta oyunun başında "loser" gözü ile baktığımız, ablası tarafından da aşağılanan Salih Bademci'nin oynadığı Bobby karakteri. Sonrasında her ne kadar daha alt tabakadan dahi olsa daha fazla prensip sahibi, dini inançları daha kuvvetli biri olduğunu seziyorsunuz. Ancak bu prensip ve inançların da Malt'ın bir şarkısında  geçen "asma kat" gibi dayanıksız olduğunu ve tepelerine yıkıldığını da görüyorsunuz oyunun sonunda.

Oyunculuklara gelince yüksek beklentinin getirdiği hayal kırıklığı ile başbaşa kaldığımı belirtmeliyim. İki oyuncuyu da özellikle "Öyle Bir Geçer Zaman Ki" dizisindeki performansları sonrası takibe aldığımı ve televizyonda çıkan tüm çalışmalarını az-çok izlediğimi söyleyebilirim. Ancak bu oyunda televizyondaki oyunculuklarını izlerken aldığım hazzı alamadım ben. Böyle olunca bazı oyuncuların kamera önü oyunculuklarının daha iyi olduğu yönünde bir fikre kapılıyorum. Bazı oyuncular içinse tam tersi geçerli, onlar da tiyatro sahnesinde olmak için yaratılmış gibiler mesela. Hem kameranın, hem de sahnenin aynı derecede sevdiği bazı oyuncular var ki, ben onları ayrı bir yere koyup pamuklara sararak saklamak istiyorum. Ve mümkünse defalarca sefer canlı canlı izlemek...

Oyun Atölyesi'nin bu sezon iki oyunun izledim şu ana kadar. İkisi de beklentimi karşılamadı ne yazık ki, ama bunda onlardan beklentilerimin yüksek olmasının da etkisi var. Bu ay itibariyle yeni oyunları ile 2016'ya merhaba diyecekler. "Aşk Delisi" Henüz bilet alamadım ama merakla bekliyorum. Hatırla Sevgili'den beri hafızamda yer eden Avni Yalçın ve Berk Hakman var kadroda. Ek olarak Kurusıkı'da izleme şansı bulduğum ve sonrasında Burada Laf Çok programında şiir okuyuşuna bayıldığım Beyti Engin de bence kadronun sürprizi. Umarım bu yeni oyunla beklentilerimin de üstüne çıkacaklar.