16 Ağustos 2014 Cumartesi

Gölcük Depreminden Bana Kalanlar....

Zaman su gibi akıp gidiyor. Geriye dönüp baktığımda 30 yıllık bir hayat olmuş benimkisi de. Dile kolay... Bugün itibariyle 15 yılı o günün izleriyle harmanlanan binlerce gün gelip geçti peşi sıra. Tek bir gece hayatımı keskin bir çizgi ile ikiye böldü. Çünkü o gün öğrendiklerinden sonra ben asla eski ben olmadım. Bir gece bilmiyorum kaç yaş birden yaşlandım.

17 Ağustos 1999'dan bahsediyorum, 45 saniyelik bir sarsıntı ile hayatlarımızı baştan aşağı değiştiren o geceden ve büyük depremden, o doğa olayının hayatımızda yarattığı etkilerden. Bize insan olmakla, hayatla, sınırlarla, ölümle, yaşamla, mutlulukla ve acıyla ilgili olarak öğrettiklerinden. Tabi tamamen samimi olarak benim gözümden bu yazdıklarım, sonuçta benim hikayem. Biliyorum ki aslında çok daha etkileyici ve sarsıcı hikayeler var benimki ile karşılaştırıldığında. Ama insan en basitinden, en acıklısına hepsinden birşey öğreniyor işte. Çünkü öyle gerekli, öğrenmek zorunda. Yaşamak için...

Çocukça korkularımdan, bilimsel bir biçimde açıklayamayacağınız bazı hislere hepsi başımdan birebir geçti anlatacaklarımın. Umarım okuduktan sonra benden korkmaya başlamazsınız :)

1999 senesi benim Oruç Reis Anadolu Lisesinde 8. Sınıfta olduğum ve her başarılı öğrenci gibi öğretilmiş güzergahı takip ederek Fen lisesi imtihanlarına hazırlandığım seneydi. Tarihe
ve edebiyata o kadar meraklı bir insan olarak neden Fen lisesine girmek için uğraştığım kurstaki sınıfımızda bile konu olmuştu şimdi hatırlıyorum da... Ki şimdi geriye dönüp baktığımda bana da çok mantıklı gelmiyor aslında, yalan değil.

Babam ve annem 1977 yılı sonunda Izmirden akrabalarının araya girmesiyle Izmite gelmişler evlenip. Sonuçta ayakkabıcılığın bir aile kurmak için yeteri kadar güvenli olmadığına karar vermiş olacaklar ki babamı Tüpraş'ta bir işe sokmuşlar. Ama aile Egeli olunca hep oraları özlerdi. Ben kendimi bildim bileli babam Aliağa tesisine tayinini isteyip gitme niyetindeydi hep ama bu dediğim hiç gerçekleşmeyen bir hayal olarak kaldı açıkçası.

1998 senesine kadar Tüpraş rafinerisine de, okuduğum ilkokula da, liseye de göreceli olarak yakın olan Tüpraş sitelerindeki bir-iki katlı müstakil evlerde oturduk, hep kiradaydık. Ben ilkokuldayken artık bir ev sahibi olmaya karar verdi bizimkiler, İzmit'in en güzel yerlerinden biri olan 60 Evlerde tam cephe denize bakan bir sitede ev sahibi olmak için bir kooperatife girdiler. 1998 senesi o eve taşındığımız senedir. O zamana kadar hep müstakil evlerde otururken, 60 evlere taşındığımızda toplamda 6 katlı bir apartmanın 5. Katında yaşamaya başlamıştık. Yani ilk kez yüksek katlı bir apartmandaydık ailece.

O sene benim garip küçük öngörülerle yakın arkadaşlarımı korkutarak eğlendiğim bir seneydi. Saçma sapan sayılabilecek ufak şeylerle ilgili öngörülerdi bunlar. Mesela dershane başlamış, kursta sınavlar oluyor. Ben daha ilk sınav yapılmadan diyorum ki ilk sınavda  6. Olacağım, ikincisinde 3., üçüncüde ise 2. Olacağım. Ilk sınav yapılıyor, aynı okuldan birlikte kursa gittiğim Raup geliyor, bana diyor ki 5. Olmuşun. Ama diyorum ben 6. Olacaktım, emin misin? Eminim diyor. Kursa gidiyorum, sonuçlara bakıyorum ki 6. Olmuşum. Sonraki iki sınav sonuçlarına gelince, onlar da dediğim gibi çıkıyor. Tabi sadece sınav sonuçlarında değil hava durumu ile ilgili de sıkı tahminlerim oluyordu o zamanlar. Okuldaki en yakın arkadaşlarımdan Seda, canım ne korkmaya başlamıştı bu hallerimden... Az korkutmuyordum yağmur yağacak, fırtına çıkacak vs. diye onu. En son böyle şeyler söyleme, tahmin yapma diye benden söz almıştı canım, ne günlerdi..

Bunları uzun uzadıysa anlatıyorum çünkü o zamanlar kurduğum çocukca bağlantıları ancak bu kadar detay anlatırsam samimiyetle anlayabilirsiniz. O sene bahar ayları itibariyle anlatılmaz bir şekilde duvarların üzerime yıkılmasından korkmaya başladığımı hatırlıyorum. Yeni evimizde oldukça küçük bir odam vardı. Yatağımın hemen yanında, yastığımın olduğu tarafta kitaplığım vardı mesela. Ben geceleri yattığımda genelde dua ederdim. Annemin bana öğrettiği çocukluktan beri ettiğim dualarda "Allah'ım bizi felaketlerden koru" derdim. O baharda işte o duayı ederken gözümün önüne yıkılan duvarlar gelir olmuştu. Bunu beylik bir  ölüm korkusu  olarak görmüş, çok üzerinde de durmamıştım açıkçası.

1999 senesinin 13 Haziran günü Fen Lisesi sınavına girdik. Ben kursun en çok beklenti bağlanan öğrencilerinden olmama karşın şaşırtıcı dikkatsizlik hataları sebebiyle sınavı kazanma ihtimalim oldukça zayıftı. Üzülmüştüm tabi, ama zaten Anadolu Lisesinde okuduğumdan çok ciddi bir mutsuzluğa sürüklememişti bu durum beni. Kafamın bir yerinde birşey hep bunun hayırlı olan olduğunu söyleyip duruyordu, fakat sebebini bilmiyordum. Savunma mekanizması kendimi rahatlatmaya çalıştığımı düşünüyordum.

Sınav sonrasında okul tatile girdi. 60 evlerde yaz çok güzel geçiyordu açıkçası. Hemen önümüzdeki apartmanda bebeklik arkadaşım Gözde oturuyordu. Akşamları birlikte yürüyüşe çıkıyorduk. Geceleri balkondan manzarayı izleyerek günlerimizi geçiriyorduk. Yalnız sık sık küçük depremler olmaya başlamıştı. Sanırım 28 Haziran günüydü, 3.8 büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Biz annemle korkup aşağıya bahçeye inmiştik. Ilk kattaki komşumuz burda büyük deprem olmaz ki, niye korkup indiniz demişti balkondan bize. Açıkçası bizden başka deprem oldu diye evden çıkan da olmamıştı. Eve çıktığımızda TV yi açtığımızda yerel televizyonda son bir ay içinde 3 üzerinde onlarca deprem olduğunu söylemişti. Yani aslında deprem ben geliyorum diyordu, bizler sallanıyorduk sık sık ama bunun farkında değildik.

Ağustos ayına kadar böyle birkaç kez daha deprem oldu. Hatta bir seferinde gece yarısında uykumuzdan uyanıp üzerimizde gecelikler, şortlar evin önündeki parka indiğimizi hatırlıyorum. Yine kimse yoktu çıkan, bekçi abimi o haliyle Park'ta görünce bir türlü deprem olduğuna inandıramamıştı,
kavga çıkmıştı üstüne üstlük hatırlıyorum da.

Tabi depremlerin artması bendeki depremle ilgili sıkıntıları da artırmıştı. Artık her acayip durumda deprem olacak, ondan oldu bağlantısını kurmaya başlamıştım. Mesela biz hemen tatile çıkmadan evvel muhabbet kuşlarımızdan erkek olanı kız olanın kafasını delip, kanatmıştı. Ben hemen deprem olacak o yüzden kuşlar garipleşti diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Ama asıl tatile gitmek için İzmit'ten Datça'ya doğru yola çıktığımızda hissettiğim şeyler tarifsizdi. 1 Ağustos günüydü, otobüsle otogardan çıkıp sokaklara girdiğimizde "Bu şehri bir daha böyle göremeyeceğim" cümlesi kafamda belirdi ve gitmedi bir türlü. Şebnem Ferah'ın o zamanki albümü Artık Kısa Cümleler Kuruyorumdan Oyunun Sonu ve  Yorgun şarkılarını dinlediğimi çok net hatırlıyorum. Ölüm, toprak, yanlış dünya düzeni ana teması idi ikisinin de. Depremden sonra yıllarca Şebnem Ferahın o albümünü dinleyemedim açıkçası, kafamda felaketle özdeşleşti bir bakıma. Ayrıca babasını da o depremde Yalova'da kaybetmiş olması da çok etkiledi beni. Hep gelecekte olacak bu kaybı bir şekilde hissettiğini düşündüm ben içten içe.

Datça'ya gittiğimizde bu hislerin çoğundan sıyrılmıştım. Böyle birşeyi önceden hissediyor olabileceğini kendine konduramıyor insan. Fakat o tatilimizin ilk haftasında oldukça garip bir rüya gördüm. Rüyamda bir önceki evimizin balkonundaydık. O evin balkonundan Rafinerinin alev çıkan bacası görünürdü. O alev bir anda kocaman oluyordu, insanlar Tüpraş patladı diye bağırıyorlardı ve sokağın sonundaki evler bir anda yok olup yeşil çimlere dönüşüyordu. Uyanıp bunu anneme anlattığımda tabi dalga geçmişti benimle... Oysa sadece bir hafta sonra Tüpraş'ta gercekten depremden dolayı bir patlama oldu. Şu anda bile tüylerim diken diken, o zaman ne kadar korktuğumu tahmin edebilirsiniz sanıyorum.

Babamın işe başlama tarihi 17 Ağustos gecesi idi. Eğer abim, yine Izmitten iki arkadaşını da alıp gelmese biz Izmitte olacaktık. Yada ben Fen Lisesi sınavını kazanmış olsaydım, kesin kayıtlar 16 Ağustos'ta başladığından dönmüş olacaktık İzmit'e... Her ne kadar evimiz yıkılmamış da olsa, babamın by-passlı bir kalp hastası olması sebebiyle Izmitte olsak o depremde neler olabileceğini tahmin edemiyorum açıkçası. Allah korudu bizi o tarihte orada olmaktan açıkçası.

Deprem olduğunda Datça daydık. O sabah yaşadıklarımız bana insanoğlunun ne kadar bencil bir varlık olduğunu kendi deneyimlerim üzerinden görmeme olanak tanıdı. Abimin birlikte geldiği arkadaşlsrından birinin ailesi Gölcük, diğeri ise Karamürselde yaşıyorlardı. Hatlar kesildiği için ailelerine ulaşamıyorlardı, sonuçta cep telefonu kullanımı ve altyapısı da bugünkü gibi değildi. Onlar endişeden kıvranırken, TV den gördüğümüz kadarı ile bir sürü ölen olduğunu bilmemize, evimizin de yıkılmış olmasının ciddi olasılığı olan bir ihtimal olmasına rağmen ben o gün garip bir şekilde mutlu olduğumu hatırlıyorum. Ailem sağlıklı bir biçimde yanımdaydı ve böyle bir felakette hiçbirimizin orada olmamasından dolayı hayatımda hiç olmadığım kadar mutluydum.

Birinci gün akşamı Izmire geçtik ailece. Babam izninin bitmesine 7 gün olmasına karşın Tüpraş'ın yandığını duyunca hemen dönme kararı aldı. Tüm o yangın sürecinde bilfiil fabrikada yangını söndürmeye çalışan romörkörleri idare eden personeldi. Annem, kalp rahatsızlığı olduğundan babamı bırakmak istemedi. Abim de her ikisini de yalnız bırakmamak istedi. Sonuçta beni Izmıre bırakıp Izmıte geçtiler. Yaklaşık 19 gün dayımlarda kaldım. Bu zamanı Tv den kurtarma çalışmalarını izleyerek, ailemle sağ salim tekrar görüşebilmek için dua ederek ve beynimi durdurmaya çalışarak geçirdim. Çünkü son birkaç aydır sebebinin ne olduğunu bilmeden olacakları önceden hissetmiştim. Çocuk aklımla kendimi suçluyordum hiçkimseye anlatmamış olduğum için. Sanki ölümlerden sorumlu gibi görüyordum. Bir daha böyle birşey yaşamamak için bir daha böyle şeyleri hissetmemem  gerekiyordu. Bunu sağlayabilmek için düşünmemeye çalıştım. Ve bir biçimde başardım sanıyorum. O günlerden sonra bazı sezgiler dışında bu kadar büyük etkisi olan birşeyi hiç hissetmedim. Hissetmekten korktuğum için o kapıyı kendi içimde kapattım bir bakıma.

İşte bu benim hikayem. Evimizin önündeki küçücük körfezde iki fay olduğunu düşününce, o topraktaki fazla enerjiyi hissetmiş olmam aslında çok da garip değil diye düşünüyorum şimdi geriye bakınca. Olası bir durum ama o yaşta bir çocuk için gerçekten çok ağır bir travma idi.

Umarım benzerlerini hiçkimse yaşamasın.

Unutmadım, unutmayacağım... Gölcük 99, tüm kayıplarımızın ruhları şad olsun


Sevmek üzerine

Açıkçası birkaç gündür yazıp da tamamlamadığım bazı yazılarım vardı. Ama korodan bir arkadaşımın sosyal medyada yaptığı bir yorum beni sevmenin ne olduğu üzerine küçük bir yolculuğa çıkardı. Şimdi akşam 6 da denizin en sevdiğim saatlerinde, sahilde oturmuş bu yazıyı yazıyorum. Kulağımda da 70lerin şarkıları var. Sanırım aşk, sevgi, bağlanmak üzerine ise düşünceler daha uygun bir yol arkadaşı olamaz kulaklıkta. Siz ne dersiniz?

Sevmek nedir? Aşk nedir? Hergün ne kadar çok kullandığımız kelimeler bunlar, halbuki manalarını bilmiyoruz. Sorsanız çoğumuz hayatlarını onun çevresinde şekillendirmiştir. Kime sorsan kendi aşkı kadar büyüğü yoktur mesela. Tanışma hikayeleri, yaşadıkları, evlilik süreçleri, düğünleri, birbirlerine hitap şekilleri bile herşeyi ile peri masalıdır. Iki insanın birbirini bulabilmesi kolay değil, önemli tabi ki. Ancak herkese ilan edilen peri masallarının altından sevgi yerine, gösteriş yapma isteği çıkıyor genelde bana sorarsanız. Bakın benim yanımda en iyisi var, en zengini, en güzeli, en yakışıklısı, en yeteneklisi yada her ne ise öyle olanı. Bu dediğim tipteki ilişkilere örnek olarak aklıma hep Neco ve karısı gelir, peri masalı gibi aşklarından bahsettikleri Erol Evgin in programından sonra ne kadar olaylı bir bicimde ayrıldıklarını hatırlarım hep. O kadar seneyi bir arada geçirmiş insanların birbirlerinin yüzüne bakamaz hale gelerek ayrılmaları bana sevmenin ne olduğu ile ilgili yanlış bir algıları olduğunu düşündürüyor. Bilmem, yanılıyor muyum?

Sevmek bir "en"e sahip olmak mıdır peki özünde gerçekten? Bir "en"in, başka bir "en"in yanında olması mıdır denklem? Öyle ise eğer, her daha iyisi ile karşılaştığında insan onu sevmesi gerekmez mi? Sonuçta insan hayatında bir sürü insanla tanışıyor. Hepsinin farklı özellikleri var ve bu farklı özelliklerinde bir diğerinden daha iyi yada daha kötü olabiliyor insanlar. Eğer öyle olsa idi, yani sevmek yanında bir "en"e sahip olmak olsaydı, insanların evlilik kurumunu çoktan ortadan kaldırması gerekirdi diye düşünüyorum. Çünkü öyle olsaydı, uzun süreli evlilikler sevmenin de, insanın da doğasına ters düşüyor olurdu ve bu kadar uzun yıllardır ayakta duran bir kurum olamazdı.

Peki sevmek sahip olmak mıdır? Sanmıyorum... Eğer ki sevmenin ana malzemesi sahip olmak yada ait olmak olsa idi, o zaman birlikte olamamış aşıkların hikayeleri destan olmazdı diye düşünüyorum. Ayrıca bence sevmek insanın kendi içinde yaşadığı bir duygudur. Karşılıklı olması yaşanmasını mümkün kılar belki. Ama karşılığı olmasa da seven sevgisinden de, kendisinden de birşey kaybetmez ki... Nazım'ın Tahir ile Zühre üzerine olan şiirinde dediği gibi aslında, sen elmayı seviyorsun diye elma da seni sevmek zorunda değildir.

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil
Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte yani yürekte....
Mesela bir barikatta dövüşerek
Mesela Kuzey Kutbu'nu keşfe giderken 
Mesela denerken damarlarında bir serumu ölmek ayıp olur mu? 
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.. 
Seversin dünyayı doludizgin ama o bunun farkında değildir 
ayrılmak istemezsin dünyadan ama o senden ayrılacak  
yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık 
Yahut hiç sevmeseydi Tahir ne kaybederdi Tahir'liğinden 
Tahir olmak da ayıp değil 
Zühre olmak da
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil...

İşte böyle... Bence sevmek başlı başına bir olma halidir. Karşılaştırmalar, sorgulamalar, ait olma yada sahip olma beklentileri olmadan seviyor olmaktır. Nedeni, niçini, zamanı, mekanı olmadan başlayan ve kontrol edilemeyen bir duygudur. Derdi sevdiğine ait yada sahip olmaktan öte, ona erebilmektir. Burada bedenen yanında olmaktan farklı bir erme duygusundan bahsediyorum. Çünkü ruhen birine erebilmek için o kişiyle aynı evde yaşamanız, sarılıp uyumanız gerekmez. Bu dediğim uzak dahi olunsa o kişinin acısını, sıkıntısını, sevincini, derdini hissedebilmektir. O kişinin sağlığı, huzuru, mutluluğu için elinden geleni yapabilmektir. Hoşuna gitmeyecekse de iyiliği için uğraşmaktır. Gerekirse bunun için kendinden geçmek, önceliklerini sorgulayabilmek, bunlardan vazgeçebilmektir. 

Gerçek sevgi büyük bir lütuftur insana... Fakat sanıldığı gibi her zaman mutluluk getirmez. Hatta acı ile daha yakın bir akrabalığı vardır zannımca. Çünkü gerçek sevgi duygusuna ulaşabilmek için sabır ile beklemek gerekir. Bencilce olan tüm duygulardan arınmak, insan doğasından gelen önde olma isteğinden vazgeçmek gerekir. Yunus'un, Şems'in, Mevlana'nın öğretilerindeki gibi aşık etrafında pervane olmayı, ateş etrafında alev olarak yanmayı göze almaktır. Bu açıdan bakıldığında gerçek sevginin göstergesi bir insanla beraber olmak değil, her türlü kusuru, hatası ve sevabı ile ruhen o insan olabilmektir.

Günümüzde bulmak da, yaşamak da, yanmak da kolay değil ne yazık ki... O yüreğe sahip olabilmektir aslolan Nazım'ın da şiirinde dediği gibi... Böyle güzel duyguları yaşayan tüm şanslı gönüllere selam olsun... O gönüllerden biri olduğuna inandığım sevgili Çiğdem Talu'ya ait Melih Kibar'a duyduğu o gerçek sevginin bir işareti olan "İçimdeki Fırtına" şarkısı ile bu yazıyı kapatalım. Melih Kibar'ın fırtınalı bir gecede İngiltere'de bestelediği ve Çiğdem Talu'nun bunu bilmeden o sözleri yazdığı büyüleyici şarkı.... Inşallah içinde acılsr da olsa böyle ulvi sevgileri yaşayabilmek hepimize nasip olsun...







9 Ağustos 2014 Cumartesi

ikinci geceden merhaba...

Ikinci geceden merhaba... Bu defa daha az nemli ama daha bir sıcak İzmir akşamından yazıyorum bu satırları. Bugün içim kabardı ve bu sıkıntıyı içimden atabilmek için şu anda yazmaktan başka elimden gelen birşey yok. Dönüp baktığımda hayatımda gecenin yarısında aramaktan çekinmediğim, derdimi paylaşabilecek kimsenin olmadığını görüyorum da... Ne yazık, bir insanın otuz yıllık hayatına böyle seyleri katamamış olması diyorum. Insanın etrafında rahatsız etmekten ürkmeyip, pervasızca davranabildiği, herşeyini paylaşabildiği birilerinin olması ne güzel şeydir, kimbilir :)

Beni tanımayan okuyucular, sanmasın ki çok asosyal bir insanım. Aslında yeterli sayıda arkadaşa sahibim diyebilirim. Bunların arasında dostum diyebileceğim insan sayısı da azımsanamaz. Ama bunlara rağmen eksikliğini hissediyorum işte birşeylerin. Çünkü geri dönüp baktığım zaman ben dostlarımla kötü şeyleri paylaşmayı sevmedim hiç bir zaman. Insanların zaten kendi hayatlarında yeterince derdi oluyor dedim. Zaten kendi hayatları ile cebelleşirlerken bir de ben dert eklemek istemedim hiç. Onları rahatlatmak, hafiflemelerini sağlamak hoşuma gidiyor. Bu yüzden genelde dostlarımın yanında güleryüzlü, şen şakrak bir tutum takınmayı yeğledim, hala da yeğliyorum. Ne ben başkasının derdini paylaşayım, ne de başkası benim gibi bir tutum da değil sözünü ettiğim. Tersine oldukça iyi bir dert ortağı olduğumu söylerler. Diyorum ya, asıl olay hafifletmekte, eglendirerek yada derdini paylaşarak olması birşey fark ettirmiyor.

Yıllarca bu tutumumun doğru olduğunu düşünmüştüm tamamen. Yanlışlar barındırdığını anlamam yazmaya başlamamla oldu sanırım. Insan genelde söyleyemediği seyleri yazmaya meyillidir. Gripin'in bir şarkısında dediği gibi, "sustukları büyür içinde" insanın ve dışarı çıkacak bir kanal arar. Ben de dertlerimi, sıkıntılarımı, hatalarımı, hasretlerimi, kısacası olumsuz duygularımı etrafındakilerle paylaşmadıkça, onlar içimde büyümeye başladı. Ve çıkış yolu olarak yazdığım şiirleri buldular. Söyleyemediğim sözcükleri yazarak evrene iletmeye başlamıştım. Ama saklı kalanlar hep olumsuz duygular olunca yazılan yazılar, şiirler de ekseri karamsar olmaya başladı. Bir gün en yakın arkadaşlarımdan, Idil, ama sen böyle karamsar bir insan değilsin, hatta oldukça da pozitif bir insansın, neden pozitif şeyler yazamıyorsun dediğinde bu durumun farkına vardım. Yazmak benim dert ortağım olmuştu, adeta bir sırdaş gibi yani.

Ama artık dertleri yalnızca satırlara dökmenin hayatı dolu doluya yaşamak için yetmeyeceğini görüyorum. Biraz daha fazla yazacağım, ama daha fazla anlatacağım da. Dinlemek isteyen dostlarım inşallah yanımdan hiç eksik olmazlar. Paylaşabilmek güzel şey....

Herkese içten sevgiler...

26 Temmuz 2014 Cumartesi

Hayalperestin Şiir Yolculuğu


İlk paylaşımım son şiir denemem olsun... Geçtiğimiz hafta sabah servisten inip, masama oturdum. Ve bir anda aşağıdaki satırlar aklımda beliriverdi. 

Aslında on yıldır aralıklarla şiir denemelerim oluyor. Fakat ne zaman ki müzikle içiçe bir hayat yaşamaya başladım, o zamandan beri sayıları giderek arttı. Sayıları artıp da 30-35'i bulana kadar kendimden başka kimseyle paylaşmadım onları.  Sonrasında cesaretimi toplayıp sosyal medyada paylaştım ilk kez. Ardından ise görüşlerine güvendiğim birkaç arkadaşıma okuttum. Onların paylaşmam yönündeki cesaretlendirmeleri olmasa sanıyorum sayıları çok daha az olurdu. 

Bu okuyacağınız denemeler dar zamanlarda yazılıyor olsalar da, hepsi benden birer parça taşıyor. Umarım siz de benden bir parça ile tanışmış olursunuz, onlar sayesinde..

Sevgiler

Şebnem


Hayalperestten İlk Merhaba

26 Temmuz 2014... İstanbul'da sıcak, nemli bir Cumartesi akşamı... Sevdiklerimin çoğu son birkaç günde şehir dışına çıktılar. Garip bir yalnızlık hissi peydah olmuş durumda benliğime.

Bu arada ben de yarın  başımı alıp bir süreliğine kaçmayı planlıyorum. Ama öncesinde uzun zamandır yapmak istediğim birşeyi yapmak için kendime fırsat yarattım.  Bir nevi hediye verdim :) "Hayalperestten İnciler" Düşüncelerimi, duygularımı, heyecanlarımı, korkularımı paylaşacağım bir pencere olacak benim için. Yazmayı böyle seven bir insan olarak blog kurmak konusunda geç bile kaldım sanırım :)  

Bu sayfadan benim ruhuma bir pencere aralanacak bugünden sonra. Sevdiğim, yazdığım, icra ettiğim şiir, şarkı, film, tiyatro ne varsa buradan paylaşacağım. Zaman zaman kasvetli şeyler de yazacağım; çünkü yazmak benim olumsuz duygularımdan arınma yolum da aynı zamanda. Umarım güzel şeyler paylaşırız..

Artık yazma ve paylaşma zamanı... 

Sevgiler

Şebnem