13 Kasım 2015 Cuma

Son Dönemde İzlediğim Tiyatro Oyunları Üzerine


Ve sıra geldi bugün yazmak istediğim asıl yazıya...  Birkaç gündür o kadar çok tiyatro oyunu ile ilgili olarak yorum yapar durumda buldum ki kendimi en sonunda bunları yazıya dökmeye karar verdim. Açıkçası hem fikirlerimi kendime saklamak istemedim; hem de insanoğlunun hafızasının nankörlüğünden sebep gördüklerimi kısa zaman sonra unutmaya da içim elvermedi. Yoksa ben ne tiyatro, ne de oyunculuk konusunda ahkam kesecek bir bilgi ve uzmanlık seviyesine sahip değilim. Biraz da bundan dolayı yazdıklarımda herhangi bir şekilde haddimi aşarsam bunun için affınıza sığınıyorum.

Geçen sene bazı küçük sağlık sorunları sebebiyle önceki seneler gibi sık gidemedim tiyatroya. Biraz da bundan sebep bu sene Ekim ayının tiyatroların perdelerini açmasını dört gözle bekledim. Ve bu iki ay içinde henüz üçüne gitmediğim sekiz tane oyuna bilet aldım. Anlayacağınız bir tiyatro eleştirmeni misali haftada 1-2 oyuna gider oldum son bir aydır. Özellikle yoğun zamanlarda yorucu olabiliyor; ancak seyirci koltuğuna oturduğumda aldığım keyif de her şeye değiyor açıkçası...

Sezonun İlk Oyunu: Köprüden Görünüş

10 yıllık bir Kadıköylü ve aynı zamanda da bir Moda aşığı olarak Oyun Atölyesi benim ilk göz ağrım. İstanbul'a ilk geldiğimde henüz online bilet satışı yapmıyorlardı. Gişeden bilet almaya vakit bulamadığımdan gidemediğim ve içimde ukde kalan nice oyunları vardır. Bu döngüyü online bilet satmaya başlamaları ile 2010 senesinde ilk olarak Macbeth oyunu ile kırabilmiştim. Artık sahnelenmediği için çok da detaya girmek istemiyorum, fakat o oyunda Esra Kızıldoğan'ın Lady Macbeth rolündeki performansına bayılmıştım. Sonrasında şimdi Moda Sahnesinde olan eski kadrosu ile Testosteron oyunundan çıkışta bir hafta kadar oyunun şarkısını söyleyecek kadar çok gülmüştüm.  Ve en son olarak da Zerrin Tekindor'un harikalar yarattığı, İzmit Büyükşehir Tiyatrosu döneminden beri takipçisi olduğum Tardu Flordun'un da kendisine çok güzel ayak uydurduğu Kim Korkar Hain Kurttan oyunu.  Belki de saydığım bu oyunların kalitelerinden kaynaklı Oyun Atölyesinden beklentim hep yüksektir. Köprüden Görünüş oyununa da bu sebeple yüksek bir beklenti ile daha ilk gösterildiği hafta gittim.

Köprüden Görünüş Arthur Miller'ın aynı adlı romanından bir uyarlama. Oldukça sade, yalın bir anlatımı var. Sahne tasarımı ve karakterlerin kurgusunda da bu sadeliğe sadık kalmışlar. Hikaye gerçek hayattan bir uyarlama ve aslında gerçekten trajik bir öykü. Oyunun genelinde de bu sebeple dram öğeleri ağır basıyor, bence bu genel kurguya da uygun olmuş. Fakat bazı kısımlarda,belki de seyirciyi biraz hareketlendirmek için, komedi öğelerine yer verilmiş. Oyunun özellikle bu bölümleri bir kopukluk yaratmış, seyirci gereksiz duygu geçişleri sebebiyle konuya odağını bir miktar kaybediyor gibi. Tabi bu benim naçizane fikrim :)

Oyunculuklara gelince. Özellikle liman işçisinin eşini oynayan Aslı Yılmaz'ı gerçekten başarılı buldum. Yarattığı karakter tamamen yerli yerindeydi, çok doğaldı ve kesinlikle hiçbir aşırılık yoktu. Ben daha önce kendisini başka bir oyunda izlediğimi hatırlamıyorum. Ancak önümüzdeki dönemde takip edeceğim kadın oyuncular listesinde artık kendisi. Yine avukat rolündeki devlet tiyatrosu sanatçısı Kubilay Karslıoğlu'da yapmacıksız oyunculuğu ile oyunun akışına inanılmaz katkıda bulunuyor.

Bülent İnal'a gelince... Kendisini izlerken TV oyunculuğu ile tiyatro oyunculuğunun ne kadar farklı iki yetenek olduğunu tekrar fark ettim. Heyecanı, işine olan saygısı her halinden belliydi. Fakat diğer yandan ilk kez tiyatro sahnesine çıkmanın yarattığı kaygı da fark ediliyordu oyunculuğunda. Belki oyunun ilk haftası olmasının da bu durumda etkisi vardır, bilemiyorum. Lakin kendisinden daha etkileyici bir performans beklediğimi de belirtmeden edemeyeceğim.

Oyuna bir bütün olarak bakarsak, ortalama üzerinde bir oyun olduğunu, ancak benim Oyun Atölyesinden beklentilerimi karşılamakta yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Yine de tiyatroya gitmeyi düşünüyorsanız ve beklentiniz bir Kim Korkar Hain Kurttan değilse, bu oyuna gidebilirsiniz. Ancak beklentilerinizi yüksek tutmanız durumunda tatmin olmayabilirsiniz. Benden uyarması...

Yıllar Sonra Ulaşılan Sevgili: Profesyonel

O kadar uzun zamandır uğraşıyordum ki bu oyuna bilet bulabilmek için, artık oyunun ne hakkında olduğunu bile unutmuşum. Çok şükür bu yıl itibariyle Caddebostan Kültür Merkezinde oynanmaya başlanınca bana ve benim gibi nice bekleyenlere gün doğdu. Biletiva'nın internet sitesinden satışa çıktığı tarihi öğrenip, haftasonu alarmla erken kalkmak sureti ile koca salonun ortalarında yer bulabildim ama olsun. İyi ki beklemişim, sabretmişim, pes etmemişim.

Profesyonel, Sırp oyun yazarı Duşan Kovaçeviç'e ait bir oyun. Daha önce Şehir Tiyatrolarında "Bir İntiharın Genel Provası" ve "Dar Ayakkabı İle Yaşamak" oyunlarını da izlemiş biri olarak Kovaçeviç'in sürprizli metinlerine hayran olduğumu söylemeden edemeyeceğim. Profesyonelde de farklı bir durumla karşılaşmadım. Oyunun ilk yarım saati çok durgunken, ardından ortaya çıkan sürprizle birlikte öyle bir akmaya başladı ki hikaye, böyle bir durum bekliyor olmama rağmen ben bile şaşırdım :) Sistemin dayatmaları ile birbirini aslında tanımayan insanların nasıl da nefretle beslendiğini, ancak aslında sistemin mevcut tüm tarafları nasıl da sömürdüğünü gösteren çok ilginç bir metindi. Bir polis memurunun tehdit olarak gördüğü için 18 yıl boyunca takip ettiği bir yazarın aslında bu süreçte nasıl da ailesinden biri haline geldiğini iki saatte apaçık gözler önüne seriyordu. Ve çok da gerçek bir metindi.

Oyunculuklara gelirsek Bülent Emin Yarar tek kelime ile efsaneydi. O kadar doğal ve gerçek bir oyunculuğu vardı ki, onun sahneye girişi ile birlikte oyun akmaya başladı. Anlatılmaz yaşanır bir performanstı, boşuna Afife Jale ödülü almamış diyorum. Bundan sonra takip edilecek oyuncular listesinde baş sırada olacak benim için kendisi.

Oyuna gelince bir yolunu bulup gitmeye çalışın kesin... Pişman olmayacaksınız.


Şekerpare: Şehir Tiyatrolarında Bir Müzikal  

Şekerpare denildi mi aklıma o güzel tatlıdan önce Atıf Yılmaz'ın filmi gelecek kadar çok severim filmini. Yavuz Turgul'un senaryosu ile ete kemiğe bürünen Ziverbey karakteri aslında günlük hayatta bizi sömürmeye, beynimizin içindekilere hükmetmeye çalışan üçkağıtçıların sadece birisidir. Film Şener Şen, İlyas Salman, Şevket Altuğ ve Neriman Köksal'lı kadrosu ile o kadar mükemmel ki, yapılacak her yeni denemenin işi zor. Bu açıdan Erdem Alkan'ı kutlamak lazım, gerçekten çok riskli ve zor bir işe kalkışmışlar.

Oyunun müziklerini çok sevdim. Zaten sözsüz olarak kulağımızda yeri olan longa ve sirtoların üzerine yazılan sözlerle yeniden hayat bulması çok güzel olmuş. Oyuncuların sahne kostümlerinden de bir bayan olarak gözlerimi alamadım. Lakin sahne tasarımı o kostümlerle oynamak için çok zorlayıcıydı. Bir de oyundaki bayan karakterlerden birinin de dediği gibi "Bitmeyen oyun yapmışlar". Oyun tam 3 saat sürdü; bu yüzden gitmeyi düşünüyorsanız yanınızda ara öğünle gidin derim.. Yoksa adı şekerpare olan bir oyunda şekerinizin düşmesi işten bile değil :)

Sonuç olarak oyunun uzun olması sizin için problem değilse güzel müziklerle biraz gülüp eğlenmek üzere gidebileceğiniz bir oyun Şekerpare.


Bahariyede en sevdiğim durak : Moda Sahnesi

Sıra geldi Moda Sahnesinde izlediğim Roberto Zucco ve Hamlet oyunlarından bahsetmeye. İki oyunu da bundan önce biri İzmit Büyükşehir Belediyesi Tiyatrosu, biri ise yine Moda Sahnesinde olmak üzere iki kere daha  seyretmiştim. Hayatımda ilk kez bir tiyatro oyununu birden fazla kez izliyorum. Ve itiraf etmem gerekiyor, bundan inanılmaz zevk aldım. Fark ettim ki bir tiyatro oyununu ilk defa izlerken, hikayenin gidişatı ile ilgili merakımız sebebiyle aceleci bir tavırla izliyoruz. Hikayeye odaklandığımız için oyunculuklardaki ve senaryodaki nüansları kaçırıyoruz. Bu bir romanı ilk kez okurken sonunu görmek için acele edip detayları kaçırarak kitabı bitirmek gibi bir şey. İkinci kez izlerken ise tüm o detaylara hakim olmaya başlıyor insan. Gerçekten çok eğlenceli bir hismiş bu.

Moda Sahnesi 2 yıldır faaliyette olan bir topluluk. Tiyatro aşığı 12 kişinin birlikte kurduğu, inşaatından, tasarımına kadar birlikte çalıştığı bir mekan. Kadıköylü olup da mekanı bilmeyen, yaptıkları işlerden haberdar olmayan o kadar çok insan var ki...İki yıl önce ilk gittiğimde o kadar çok eksiği vardı ki, bugünkü haline böyle çabuk geleceğini söyleseler aklıma gelmezdi. Farklı işler yapıyorlar, daha modern ve seyirciye yakın. Bu sebeple de takip edilesi bir topluluk olduğunu düşünüyorum. 

Roberto Zucco

Bu ay içinde ilk gittiğim oyunları Roberto Zucco idi. Soyadına da bakınca şeker gibi bir genç olması beklenen Sorbonne öğrencisi Roberto'nun seri katil olma yolundaki acı öyküsü anlatılıyor oyunda.  Bu arada öykü aslında Roberto Succo isimli gerçek bir seri katilin hayatından yola çıkılarak yazılmış.

Konu kasvetli gibi görünse de oyun şaşırtıcı derecede akıcı ve birçok sahnede de eğlenceli. Özellikle Ezgi Coşkun'un oynadığı evde kalmış deli dolu abla karakteri, Hülya Gülşen'in oynadığı Küçük Chicago'daki hayat kadını karakteri ve Murat Tüzün'ün canlandırdığı sarhoş baba ile komiser karakterleri oyunun saplanıp kalabileceği durağan havayı dağıtmış. Deniz Elmas ise naifliği ile insanı adeta büyülüyor. Yalnızca oyunculuklar değil, kullanılan müzikler de akıcılığı sağlamakta çok iyiydi.

Fakat bence oyunun en güzel sahnesi İnan Ulaş Torun'un yaşlı bir adam olan Murat Tüzün'e aslında ne kadar sıradan ve görünmez olduğunu anlattığı sahneydi. "Hiçbirşey şeylerin akışını değiştiremez" sanıyorum bu oyundan sonra uzun süre aklımda kalacak...

Oyunla ilgili olarak getirebileceğim tek eleştiri ortalama bir tiyatro izleyeni için sahnelerde başka oyunlara yapılan göndermelerin anlaşılmazlığı olabilir. Geçtiğimiz sezon bunu her kısımdan önce tahtaya oyunla ilgili bilgileri yazarak gideriyorlardı. Bu sezonda onun yerine sadece en başta bölümlerin isimlerini yazıyorlar. Geçen yılki sanıyorum benim gibi ortalama bilgiye sahip izleyiciler için daha uygundu.

 Hamlet

Hamlet benim 13 yaşındayken Işıl Kasapoğlu yönetiminde izlediğim ve bana tiyatroyu sevdiren oyundur. Zaaflarıyla, ihtiraslarıyla, ikiyüzlülüğü ile, intikam arzusu ile o kadar bizden bir hikayedir ki aslında, ve o kadar da zamanın, mekanın dışında. Belki de bu yüzden orijinal Sheakspeare çevirilerinin düştüğü o fazla şiirsel diyaloglar kullanma hatasına düşülmemiş olmasına çok seviniyorum Moda Sahnesi'nin Hamlet'inde. Metinde oyuncularla, izleyici arasında sıklet farkı yaratan cümleler sadeleştirilmiş. Kıyafetler dikkati çekmeyecek biçimde basit, gündelik kıyafetler. Sahne tasarımı aslında birçoğumuzun içinde sıkıştığı dünyalarını birer tabut içinde gözler önüne serebilecek kadar dahiyane. Aslında yaşarken de , öldüğümüzde de etrafımızda bizi kısıtlayan sınırlar olduğunu böylece görmüş oluyoruz.

Hamlet rolündeki Onur Ünsal da diğer Sheakspeare oyuncularından farklı olarak çok doğal, pozlara bürünmüyor. Karmaşık cümlelerle konuşan ve bize tepeden bakan bir prens değil de daha çok evimizin oğlu modelinde. Bu durum da aslında hikayeyi bizim için çok daha gerçek kılıyor. Onur Ünsal'ın tüm oyun boyunca sürdürdüğü performans gerçekten çok iyiydi. Ne kendisi bir dakika düştü oyundan, ne de izleyenlerin düşmesine izin verdi.

Hamlet'in annesi Gertrude rolündeki Esra Kızıldoğan'ı Lady Macbeth'ten sonra yine bir Sheakpeare oyununda görmek çok heyecan vericiydi. Zaten daha ilk sahnede Claudius ile evlendiği merasim sahnesinde oyuna gözlerinde yaşlarla başladı. Bence oyunun en güzel sahnelerinin başında Hamlet ve annesinin kavga ettiği sahne vardı. O sahnede her iki oyuncu da müthişti bence..

Murat Tüzün ihtirası sebebiyle kardeşini öldürüp karısı ile evlenen kral  Claudius rolünde çok renkli bir karakter oluşturmuştu. Tabutun içinde yaptığı danslardan, çaldığı saksafona kadar sinir bozucu derecede gerçek bir iktidar ve kadın düşkünüydü. Ancak en beğendiğim sahnesi aslında içten içe inanmadan Tanrı'ya yakardığı dua sahnesiydi.

Polonius rolünde Timur Acar yaptığı dalkavukça konuşmalarla oyunun akışını oldukça hızlandırmıştı. İnan Ulaş Torun ise Leartes rolünde ortamı ısıtan ve harekete geçiren bir enerji verdi.

Oyunda beni rahatsız eden sadece birkaç ufak detay vardı. Bunlardan biri Hamlet'in babası rolündeki asker giysili karakterdi. Cladius ile karşılaştırıldığında oldukça genç görünüyordu, bu da oyunun inandırıcılığına gölge düşürüyordu bir miktar. Bir de oyuncuların rock müzik ile yapılan ihaneti tasvir ettiği sahnede oyunun toplamındaki doğallığa ters düşecek şekilde biraz aşırı gibiydi.

Bu küçük noktalar haricinde oyun gerçekten çok iyiydi. Kesinlikle gidip görün derim.

Bu günlük bu kadar. Umarım haddimi aşmadım ve sizlere biraz fikir verebildim.

Sevgiler,

Şebnem











Annem için... Altı ay gecikmeyle :)

İşte bu yazı annem için... 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için Eczacıbaşı Topluluğu'nun "Bana Çok Değer Kattı" uygulamasına yazmayı düşünmüştüm. Ama uygulama 240 karakter sınırı koyunca girişi bile yapamadım ne yazık ki :) Tanıyanlar bilirler. Ben uzun uzun yazmayı severim. Biraz savruk, biraz içten, akışına bırakıp yazmak. O yüzden özellikle işle ilgili olmayan konularda kısa yazmak benim için zorlu bir mücadele anlayacağınız.Lakin demokrasilerde çareler tükenmez derler. Uygulamaya yazamazsam, bloğuma yazarım dedim ben de. Tabi bu durumda kelime sınırlaması da olmayacak anlayacağınız.

Annem yaşadıkları ile, yaşattıkları ile benim üzerimde en büyük etkiye sahip insan. Beni sadece etten kemikten değil; duygu ve düşünce yönünden de var eden kişi. Ve biliyorum ki sadece benim için değil, etrafımdaki birçok insan için de bu böyle. Eski okul arkadaşlarımdan okuyanlar varsa, evet, aynen öyle dediklerini duyar gibiyim. Neden böyle dediğimi yazımı okudukça anlayacaksınız.

O, Boşnak bir baba ile Giritli bir annenin kızı olarak İzmir'de doğmuş. Ailesinin iki erkek çocuktan sonraki tek kız çocuğu. Babasının bir manifaturacı dükkanı var. Hazır tekstilin yaygın olduğu bir dönem değil 60lı yıllar, dedem de otomatikman zengin eşraftan. Annem de  9 odalı bir köşkte doğup büyümüş. Hemen arka sokağı İsmet İnönü'nün İzmir'de doğduğu evin olduğu sokaktır.

Buraya kadar çok parıltılı bir hikaye gibi geliyor. El bebek, gül bebek yetişen ailenin şımarık kızı diyor insan. Ama ne yazık ki bu durum uzun süre devam etmemiş. 14 yaşında babasını, 17 yaşında ise annesini kanserden kaybetmiş. Aile büyüklerinin vefatından sonra abileri kendi dertlerine düşmüşler ama bizim kızı sarıp sarmalamak akıllarına gelmemiş.

Bir yandan kaybedilen sevgilerin yerini doldurma telaşı.. Diğer yandan abilerinin ihtiyaç duyduğu ilgiyi gösterememesi... Son olarak hikayeye bir de o 1970'li yıllara özgü masalsı aşk hikayelerinden biri eklenince kendisini 18 yaşında babamla evlenmiş bulmuş. Annem zengin manifaturacının kızı, babamsa aynı mahallenin fakir ayakkabıcısı. Babam annemle karşılaştırıldığında ne daha güzeldir, ne de daha alımlı. Son yıllarda saçlarının beyazlaması ile yakışıklı bir adama dönüştü, orası ayrı konu :) Ancak babam 68 kuşağı erkeklerinden; hani şu hak, hukuk, adalet, emek, doğruluk nedir bilen adamlardan. Ve o yoklukta oda dolusu kitabı olup, okuyacak derecede kültürlü. Müthiş şiirler yazar; inanılmaz güzel şarkı söyler. Giyinip süslenmeyi bilmez, ama ekmeğini taştan çıkarırmış.

İşte annem ailesinin itirazlarına karşın yapmış bu izdivacı ve henüz 18 yaşında babamla İzmir'den İzmit'e taşınarak bambaşka bir hayata adım atmış. Korkularına esir olmayıp, böyle cesur adımları o yaşında atabilmesi hep etkilemiştir beni. Bu zamanda hangimiz böyle kararları bir solukta alabiliyoruz ki... Bir de bulunduğu ortamda maddi durumu çok daha iyi olan ve daha bakımlı adamlar varken önceliklerini içsel doluluktan yana kullanması da ekseri bu zamanın kadınları için çok anlaşılabilir sayılmaz artık.

Ardından 1977 yılında İzmit'e geliş ve 1978 senesinde de ilk çocuğu olan abimi kucağına alış... Daha evliliğe belki yeni alışıyorken, anne olmak ve bir eş olmanın sorumluluğuna ek olarak belki de dünyanın en zor sorumluluğu olan anneliğe soyunmak. Bunların hepsi buram buram hayat kokan cesur adımlar hep. 1984 senesinde de ben doğdum ve suratsız bir kız çocuğu olarak girdim hayatlarına. İzmir'e göre oldukça bağnaz bir şehirde, Tüpraş'ta çalışan bir işçinin eşi olan iki çocuk annesi bir kadın oluverdi annem de daha 24 yaşındayken. Kendimi düşünüyorum da, 24 yaşındayken çalışma hayatına yeni başlamıştım ve bunun getirdiği sorumluluklar bile bana ne kadar zor gelmişti. Aslında ne kadar da büyük bir yanılsama..

Annem sadece yukarıda anlattığım gibi olduğu kadın imajı ile değil, bana eğitimim açısından verdikleri ile de beni var eden insan oldu. İlkokul 3. sınıf itibariyle benim okul haricinde evde de bir öğretmenim vardı. Ama ne öğretmen... Sanırım üniversiteyi kazanana kadar öğretmeyi bu kadar iyi bilen, hatta bence öğretmek için yaratılmış başka bir insan ile karşılaşmadım. Evde böyle bir cevher tarafından yetiştirilince de akademik hayatım hep parlak geçti. Bilkent'ten birincilikle mezun olmayı becerebildiysem bunda %80 annemin etkisi vardır, sadece %20 benden kaynaklıdır. O bana öğrenmeyi böyle güzel öğretmese idi, böyle bir sonuç almam mümkün olamazdı.

Bu anlattıklarımdan sebep sanmayın annem hırs küpü bir kadındır. Öyle biri olsa zaten eş seçimi babamdan yöne olmazdı sanıyorum :) Ancak erken evlenmiş bir kadın olarak benim okuyup kendi ayaklarımın üzerinde durmamı istedi hep. İçten içe erken evlenmemi istemediğini de söyleyebilirim; lakin böyle 30 yaşı bekar devireceğimi düşünmüş müydü, orasını bilmiyorum :) Aslında hırslı olmak bir yana, o bana hep kendimi geliştirmemi, olduğum yerde saymamamı öğütlerdi, hala da öyle yapıyor. Ama bu yapıcı bir duygu, beni başkaları ile kendimi karşılaştırıp sebepsiz kötü duygular beslemekten alıkoydu hep. Ah okul hayatımda tersini yapan aileler yüzünden nasıl da canım yandı benim, ne zorluklar yaşadım..

Cesaret, doğruluk, kendini geliştirme... Bunların hepsi çok güzel meziyetler annemden görerek öğrendiğim. Ama asıl önemli olan annem bana iyi bir insan olmayı öğretti. Sadece bana değil, birçok başka çocuğa da karşılığını düşünmeden dersler verdi yıllarca. Beni eğitim hayatında kendi deyimiyle başıboş bırakmamak için başladığı okul aile birliği yolculuğu yıllarca sürdü. Ve hiç zorunluluğu olmamasına rağmen annemin günlerini okulda geçirdiği bir süreçti bu. Hatırlıyorum, ben lise 2. ve 3. sınıfta iken annem haftada 3 gün gönüllü olarak okula gelip kütüphanede çalışırdı. Okula o kadar sık gelirdi ki arkadaşlarım sınıfa onun için sıra koymakla ilgili ciddi espriler yapıyorlardı. İşte ben yardımsever olmak ne demektir onda gördüm. Hiçbir çıkarı yokken insanlara iyilik yapmak, onların hayatlarına dokunmak ve değiştirmek.. İşte ben bunların hepsini annemden öğrendim.

İşte böyle... Çok da uzatmadan yazabildiğim kadarı ile annemin bana kattığı değerler bunlar. Şu anda olduğum insan onun kardığı harçtan oluştu ve bu hale geldi. Ve ben olduğum insandan mutlu isem bu onun sayesinde.  Çünkü o bana anne gibi anne olmanın ne demek olduğunu öğretti.

Allah Valide Sultan'ı başımdan eksik etmesin daha uzun uzun yıllar boyunca :)