Kronolojik sıra ile yazmak ve oyun atlamamak gibi bir prensibe sadık kalma kararı almış olmam sebebiyle bu kadar zaman hakkında yazmadan beklemek bana bile zor geldi.
Sadece benim fikrim değil, belirgin bir biçimde birçok tiyatro seyircisi için bu senenin en iyisine geldi sıra. Yine bir Sheakspeare oyunu olan “En Kısa Gecenin Rüyası”na...
Öncelikle bilet alış hikayemden kısaca bahsetmeliyim. Çünkü bu oyuna bilet bulmak bu senenin zorlu uğraşlarından biri haline geldi.
Uzun zamandır ilk kez bir tiyatro oyununun kapalı gişe oynadığını görüyorum. Ve bu da beni inanılmaz mutlu ediyor.Sanırım bundan önceki son kapalı gişe oynandığını gördüğüm oyun İzmit Büyükşehir Belediyesindeki Hamlet idi.Bizim okulun kızları henüz üniversiteden yeni mezun olmuş Tardu Flordun, Serhat Tutumluer ve Barış Falay’ın oynadığı oyunu efsane haline getirip defalarca kez gitmişlerdi izlemeye.Aslında moda olan şeylere uzak durma huyumla tanınmış olan ben bile bir süre inat etsem bile sonunda bu akıntıya kapılanlar arasında yerimi almıştım.
Hey gidi günler...
Oyun ile ilgili yorumlarıma sahne tasarımından başlamalıyım. Moda sahnesindeki diğer oyunlardan farklı olarak bu oyunda sahne Büyük Salonun ortasına konumlandırılmış. Oyun seyircilerin karşıdan baktığı, yerden yüksek bir sahne yerine; seyircilerin ortasında kalan ve onlar ile aynı seviyede olan bir sahnede oynanıyor. Sanki ortaya bir meydan kurulmuş gibi, her iki tarafına ise tribün misali seyirci yerleri yerleştirilmiş. Mekanda bulunan beş ayrı kapı ile seyircilerin arasındaki basamaklar da aktif bir biçimde kullanılıyor. Tüm bunlar ile sahnenin alanı dagenişlemiş ve bu alanın içine seyirciler de dahil edilmiş. Bu yönüyle sahne tasarımı oyun süresince ortak bir biçimde bir rüyaya dahil olma fikrine de çok uygun bir zemin hazırlıyor.
Moda Sahnesinin diğer oyunlarından farklı olan bir başka nokta ise oyunun geniş kadrosu elbette. Diğer oyunlarda oyuncu sayısı konusunda daha minimalist tercihlerine alıştığımız mekan, bu defa 14 kişiye ulaşan bir kadro ile karşımızda. Kuruluşundan bu yana hiç aynı oyunda görme şansı bulamadığımız Onur Ünsal ile Mert Fırat'ı da 3. yıl şerefine ilk kez bir arada izleme fırsatını yakalamış olmamız da bu oyunu farklılaştıran bir diğer özelliği elbette. Onlara sahnenin diğer oyunlarında da izlediğimiz Timur Acar, Didem Balçın, Melis Birkan, Murat Tüzün, Volkan Yosunlu, Ezgi Coşkun, Çağlar Yalçınkaya, Mert Şişmanlar, Hasan Demirtaş ve Alper Baytekin eşlik ediyorlar. Hermia rolündeki Beyza Şekerci ile, Nick Bottom rolündeki Caner Erdem'i ise bu oyunda ilk kez izledim, sanıyorum Moda Sahnesindeki ilk oyunlarıydı.
Gelelim En Kısa Gecenin Rüyası ile ilgili asıl söylemek istediklerime....
Bu oyun benim gibi dünyadan umudunu kesmek için önüne serilen onca nedene karşın hala güzel bir dünya için hayal etmekten vazgeçmeyenler için tutunacak bir dal gibiydi. Bu açıdan öyle doğru bir zamanda girdi ki hayatımıza. Tüm hayal kurmaktan vazgeçmeyenler için ortak bir rüyaya açılan kapı gibi. Sanki hepimiz Matrix'te aynı renkli hapı yutmuşuz gibi bir meydanın ortasında ve hatta bir ormanın içinde hayale daldık.
Moda Sahnesi'nin bu oyunda bizi bir ormanın içinde rüyaya daldırmasının sebebi belki sadece metnin böyle olmasından ibarettir. Bilemiyorum... Fakat bana Gezi Parkı döneminde bir parkın içindeki ağaçlar için daldığımız o naif rüyayı hatırlattı. Hatta sahne tasarımında üst kısma asılan o çamaşırlar da benim için Taksim'in kenar sokaklarının havasını tamamladı belki de istemsizce :) Düşündüm de izlerken bir yandan, tarih nasıl da tekerrürden ibaretti. Öylesine ki, Sheakspeare'ın asırlar evvel yazdığı o rüya bile bir ormanda geçiyordu. Ve yine düşündüm de aslında asırlar, mekanlar, statüler de girse araya öyle çok ortak yanımız vardı ki.. Bizi bizden ayıran şeylere odaklanmıyor olsak, rüyalar ve oyunlara odaklanmayı bilebilsek ne kadar aynıydık aslında.
Ortak rüyamızın görünür merkezinde aşk vardı ve tabi ki kadınlar ve erkekler arasındaki o bitmek bilmeyen hak mücadelesi. Daha oyunun en başında silah zoru ile elde edilmiş bir amazon kraliçesinin düğün hazırlıklarında bulduk kendimizi. Ardından ise babasının zoru ile Demetrius ile evlendirilmeye zorlanan Hermia'yı izledik. Ve hatta kendisini Demetrius'un aşkı ile tanımlayan, ve onun tarafından aşağılanmakta olan saf aşık Helena'yı izledik. Evlilik, düğün, bekaret gibi tüm konularda söz hakkı ister kral, ister aşık, ister baba olsun hep erkekteydi. Sheakspeare'ın kadın karakterleri konu aşk olduğu zaman söz haklarının peşinden koşma yolunu seçmekle birlikte, diğer konularda istemsizce de olsa hep boyun eğen taraftaydılar. Ne yazık ki kadınla erkek arasında süregelen o aşk oyunlarının dışında kadın sadece bir gölgeydi ve kendi fikirleri ile var olmanın yolunu bir türlü bulamıyordu.
Rüyamızın belki daha az görünen merkezinde ise statükoya duyulan öfke vardı aslında benim gördüğüm. Sınıflar arasındaki fark oyuncu olan esnaf takımı ile asiller grubu arasındaki konuşmalar ile resmedilmeye çalışılmıştı. Esnaf takımı içinde giyinişi, konuşma şekli ve belki de daha belirgin olsun diye şiveleri bile farklı olan kişilerden oluşuyordu. Oyun içinde hiçbir noktada bu insanların farklılıkları sebebiyle bir çatışmaya girdiklerini, birbirlerini hor gördüklerini yada yok saydıklarını görmedik. Tek dertleri oynamaktı. Fakat işin içine hükmetme erki ellerinde olan asiller girdiğinde durum değişiyordu. Onların fikirleri, beğenileri herşeyin üzerine çıkıyordu. Oyunun bile... Statükoyu elinde bulunduran erkekler beğenilerini en aşağılayıcı ve acıtıcı şekilde ortaya koyma hakkına sahiptiler. Buna karşılarındaki insanların naifliği, herşeye rağmen sürdürdükleri saygılı tavırlar ve yanlarındaki kadınların duyduğu rahatsızlık dahi engel olamıyordu.
Oyunun en çok sevdiğim tarafı ise bir Giritli kızı olarak Bergama halk dansı oldu tabi ki. Her izleyişimde grubun içine dalıp benim de oynayasım geliyor, kendimi zorlukla geri tutuyorum bu arzumu yerine getirmekten. Bergama, ki siyanür patronu şirketlere karşı kafa tutan halkı ile bence özgürlük timsali bir halka sahiptir, bence bu oyuna o yörenin dansı ile son vermek Moda Sahnesine de inanılmaz yakışmıştır :)
Oyunculuklar ile ilgili olarak hiç birini eleştirme hakkını görmüyorum kendimde. Bence oyuncuların hepsinin yerli yerinde oynadıkları ve kurdukları sinerji ile oyunun gücüne güç kattıkları bir oyundu bu. Yalnız Melis Birkan'ın Helena'sına kendimi çok yakın hissettiğimi ve onda kendimi bulduğumu belirtmeden edemeyeceğim. Sanırım bu durumda mutlu olmak için etrafımda dolaşıp büyüler yapan bir Puck'a ihtiyacım olacak hayatta. Puck demişken, Volkan Yosunlu'nun enerjisinden ve seyirci ile kurduğu iletişimden de dem vurmadan edemem. Bence oyunun katalizörü, seyircileri rüyanın içine yaptığı interaktif diyalog ile dahil eden kişiydi kendisi.
Onur Ünsal ve Mert Fırat'ın oyun içindeki enerjileri o kadar uyumluydu ki, ikisini başka oyunlarda da birlikte izleriz dilerim. Beyza Şekerci Hermia rolünde aşkı tehdit altında olduğunda bir kadının nasıl kontrolünü kaybedeceğini çok güzel gösterdi bizlere. Timur Acar ve Didem Balçın oynadıkları her iki rolde kadın-erkek mücadelesini resmediyor gibiydiler. Ezgi Coşkun, o çılgın enerjisi, dansları ve tatlı sesi ile oyunun Volkan'dan sonra diğer katalizörü sayılabilirdi. Caner Erdem Nick Bottom rolünde inanılmaz sempatikti. Murat Tüzün hem Egeus, hem de Peter Quince karakterlerinin duruşlarına asalet katmıştı. Çağlar Yalçınkaya'da aynı asaleti gördüm, oyuna birkaç cümle ile dahil olan Alper Baytekin'de de, ayağında topuklu ayakkabı ile Bergama dansı yapan Mert Şişmanlar'da da, duvar rolündeki Hasan Demirtaş'ta da. Sanırım ben esnaf sınıfını asilzadelerden daha asil buldum. Gerçek hayattaki gibi :)
Oyunculardan, hikayeden ve sahne tasarımından uzun uzadıya söz ettim. Ama izleyip de pek bir sevdiğim birçok oyunun yönetmeni ile ilgili birkaç cümle de yazmadan bitirmek istemem bu yazıyı. Kemal Aydoğan'ın iki Shakespeare uyarlamasını daha izleme şansı buldum geçmişte; Macbeth ve Hamlet. Bu açıdan baktığımızda gerçekten çok şanslı görüyorum kendimi. Kendisinin mevcut olanı kutsal ve dokunulmaz saymayan yaklaşımından güç alan o daha yenilikçi/modern bakış açısı benim gibi tiyatro izleyicilerine nefes aldırıyor. Yüzyıllar öncesinde yazılmış olan hikayeleri ve bu hikayelerde anlatılan dertleri de daha bizden hale getiriyor bu bakış açısı. İşte En Kısa Gecenin rüyasında da bu bakış açısı zaten izleyicilere yaklaşık 2,5 saat süren ortak bir rüya gördürerek, nefes aldıran.
İşte budur benim şimdiye kadar iki sefer gördüğüm rüyadan geriye kalanlar. Daha defalarca kez de göresim var, o yüzden bu yazımı grubun da sitesinde kullandığı bir mesaj ile kapatmak istiyorum,
Rüyalarda buluşuruz efendim :)
Sevgilerimle